27.06.2010

Kırklareli'nde yeni bir maymun türü keşfedildi

Vay canına, bu da oldu!
Maymunun tekini vali yapmış bu hükümet..

Bu da yetmemiş, bu maymunu Bolu Abant F-Tipi cemaat toplantısına götürüp konuşturuyor..

F-Tipi cemaat konuşan maymunu görünce iyice şenlenmiş midir acaba?

Adamın tipi zaten maymuna yatkın.. Charles Darwin'e müracaat etmeye gerek yok, bu herifin uğursuz nursuz suratına bakan, zaten maymundan geldiğini anlar!

Kendisine lafımız şudur:
Bari o koca çeneni kapa da ne kadar cahil olduğun anlaşılmasın, saygısız yüzsüz herif!

Seni vali yapan zihniyetin de tee dibine kadar...

10.06.2010

Modern dünya, RTE'nin kabadayı ayaklarını artık yemiyor!


Batı basını desteğini çekti
Batı’da rüzgar tersine döndü, el üstünde tutanlar şimdi yerden yere vuruyor!



THE NEW YOK TIMES: “Türkiye’yi nasıl hizaya getiririz” diye soruluyor

Türkiye giderek artan bir şekilde Washington’da, “Ortadoğu’da büyük güçlerin istekleriyle çatışan şeyler yapan bir ülke” olarak görülüyor

Onlarca yıldır Amerika için en uysal müttefik olan Türkiye şimdi dikene döndü. Kendi çıkarları doğrultusundaki Ortadoğu politikalarıyla Amerika’yı provoke ediyor. Türkiye’nin bu yeni politikaları Erdoğan’ı Arap dünyasından bir kahraman haline getirirken Council on Foreign Relations’tan Steven Cook’a göre Türkiye giderek artan bir şekilde Washington’da, “Ortadoğu’da büyük güçlerin istekleriyle çatışan şeyler yapan bir ülke” olarak görülüyor. Cook’a göre şimdi ABD’de, “Türkiye’yi nasıl hizaya getiririz?” sorusu sorulmaya başladı. Davutoğlu’nun vizyonu Washington ile çatışma yaratıyor. Özellikle İran konusunda...


İlişkileri etkiler

Üst düzey bir Amerikalı yetkili, “Evet hedefleri var ve bu onlara dünya arenasında önemli bir rol veriyor. Ama Amerikalılar’ın Türkler’in yaptığını kabul etmeme ihtimali var ve bu da ABD-Türkiye ilişkilerini etkiler” diyor. Pragmatik bir kişi olmasına rağmen dindar bir Müslüman olan Erdoğan, bir sokak kavgacısı fiyakasıyla krizlerde çok daha sesini çıkartan bir kişiliğe sahip. Hilal ve yıldız kitabının yazarı olan Amerikalı Türk uzmanı Stephen Kinzer’a göre “Türkler Amerika’ya soğuk savaş bitti artık daha işbirlikçi bir yaklaşım sergilemeniz gerekiyor. Biz de size yardım edebiliriz” diyor. Ancak Kinzer’a göre “Amerika bu teklifi kabul etmeye hazır değil.” Türk ve Amerikalı yetkililer aralarındaki farklılıkları önemsiz göstermeye çalışıyor. Ancak özellikle Hamas ve İsrail’in güvenliği konusundaki kaygılar aşılamaz engeller olarak görülüyor ve bazı Amerikalı yetkililer Türk devletinin gerçekleri görmediğini söylüyor.



THE GUARDIAN: Kimse Türkiye’nin böyle davranmasını beklemezdi

Türkiye stratejik olarak ABD ile yarış halinde. Şu an Amerika’nın düşmanı değil ama “dost-düşman” arasında bir yerde duruyor

Arap dünyasında Türkiye’ye destek tüm zamanların zirvesinde. Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı sultanına ve halifesine bağlı olan kişilerin Türk bayraklarıyla Ortadoğu’da yürümesinin ardından ilk kez Ortadoğu halkı Türk bayraklarıyla yürüyor. O zaman halife cihad ilan etmişti. Şimdi yüzünü doğuya dönen Erdoğan İsrail’le ilişkileri feda edip İsrail’e karşı cihad ilan ederek Arap dünyasının en popüler lideri haline geldi. Erdoğan ve Davutoğlu sınrı tanımıyor. Erdoğan’ın kavgacı vaazları aklın hayalin ötesinde. ABD dünya liderliğine oynayıp Erdoğan gibi liderleri desteklemekten vazgeçmedi, ama Türkiye’nin bu şekilde davranacağını kimse beklemezdi. Türkiye için hala umut var. Belki eski çeşit Kemalizmin değişmesi gerekir ama bunu yapacak olan kişi Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Türkiye şimdi bir kez daha Müslüman dünyasında liderlik ediyor ancak bir yandan da medeniyetler çatışmasını teşvik ediyor. Stratejik olarak ABD ile yarış halinde. Şu an Amerika’nın düşmanı değil ama “dost-düşman” arasında bir yerde.



THE WASHINGTON POST: Erdoğan konusunda artık endişelenme zamanı geldi

6 Hazİran sayısında Türkiye’nin Washingon Büyük elçisi Namık Tan’a bir makale yazdıran Washington Post gazetesi aynı günkü sayısında Türk hükümetine ve Erdoğan’a yönelik bir başyazıyla cevap vermişti. Batılı ülkelerin İsrail’in yardım gemilerine yaptığı saldırıdan endişelenmelerinin haklı olduğuna vurgu yapılan başyazıda, “Ancak batılı ülkeler aynı zamanda bir haftadır islamcı militanlara destek vererek NATO üyesi bir ülkeye yakışmayan tavırlar sergileyen Erdoğan Hükümeti hakkında da endişe etmelidir” yorumunda bulundu. Başyazıda şu görüşlere yer verildi:

* Bir karşı sayfada Türk diplomat Namık Tan, Yardım gemisinde masum insanlara saldırıldığını bunlar arasında Nobel ödüllü ve soykırımdan kurtulan insanların da bulunduğunu dile getirdi. Ancak gemideki bu insanlara hiç dokunulmadı bile.

* Tüm çatışma Mavi Marmara’nın güvertesinde yaşandı. Ölenlerin hepsi İslamcı “yardım” kuruluşu IHH üyesiydi.

* IHH ile Erdoğan arasındaki ilişki yapılacak soruşturma kapsamında dikkate alınmalıdır.

*Bu vakıf 2008 yılında ABD tarafından terör örgütleriyle bağlantılı olduğu ilan edilmiş olan “Union of God” koalisyonu üyesidir.

* Erdoğan İsrail’e karşı saldırı sonrasında çok ağır sözler sarfetmiştir. Ancak geçen yıl İran’daki muhalifler öldürüldüğünde hiç sesi bile çıkmadı.

*Erdoğan gitti Ahmedinecad’la bir olarak BM yaptırımlarını baltaladı. Obama yönetiminden PKK konusunda Ermeniler konusunda taleplerde bulundu. Ama şimdi İsrail’e saldırarak Amerikan çıkarlarını tehlikeye atıyor. Erdoğan’ın bu davranışının bir bedeli olmayacak mı?


FT: Türkiye-ABD ilişkisi kırılma noktasında

Washington ile Ankara arasındaki ilişkiler geçen hafta İsrail’in Gazze’ye yardım gemisine yönelik saldırısında dokuz kişinin ölmesi nedeniyle gerildi ama ilişkiler, asıl İran oylaması nedeniyle gerilecek. Türkiye ile Amerika arasındaki ilişkiler İran yaptırımları oylaması nedeniyle kırılma noktasında. Amerikalı yetkililer, yaptırım taslağı konusunda Ankara’nın en fazla çekimser oy kullanmasını bekleyebileceklerini söylüyor ama bu bile Washington’un İran karşısında uluslararası bir söz birliğinin altını çizme çabasını zorlaştıracak. Türkiye ile böylesine kritik bir konuda ihtilaf yaşanması ise Obama’nın geçen yılki ifadesiyle “model bir ortaklığa” darbe vurabilir. O zamandan bu yana Amerika, Başbakan Erdoğan’ın güzergâhından rahatsız. İran’la ilişkileri güçlendiren Erdoğan, bu ülkenin Amerikan dış politikasına ilişkin bazı görüşlerini de aksettirdi. Erdoğan, Amerikan karşıtlığının Pakistan’la kıyaslanacak hale geldiği bir ülkeye liderlik ediyor. Ancak Amerika’nın eski güvenlik danışmanlarından Zbigniew Brzezinski ise genel anlamda bölgede Türkiye’nin daha aktif bir rol oynamasının, son derece yapıcı olabileceği yorumunu yaptı.


Ortadoğu’da Türkiye rüzgarına devam

Mavi Marmara operasyonunun ardından Filistin sokaklarında Türk bayrakları değişmeyen bir sembol haline geldi. Mısır’ın başkenti Kahire’de, kendi hükümetlerini eleştiren Mısırlılar, “Bizim siyasetçilerimiz otururken, Türkler Gazze kuşatmasının kaldırılması gerektiğine dair daha çok şey yaptı” dedi. Suudi Arabistan’ın önde gelen yazarı ve analisti Halid el Dakhil’in, “Arap sokaklarında Türk hükümetinin popülaritesinin arttığına şüphe yok. Bu Arap hükümetlerinin güçsüzlüğü göz önünde bulundurulduğunda, doğal bir şey” ifadesini kullandı.

9.06.2010

Amerika sifonu çekiyor, a-ke-pe telaşta!

Emperyalizmin Türkiye'yi bölmek ve karışıklığa düşürmek misyonuyla parlatıp cilalayarak ülkenin başına musallat ettiği a-ke-pe iktidarı, artık uzatmaları oynamaya başlamış görünüyor.

a-ke-pe’lierin korku ve endişeye kapılmalarının asıl nedeni bu!

Hakkını verelim, bu adamlar kendi başlarına örülecek çorabı zaten biliyorlardı.
Zamanında a-ke-pe'nin Washington nezdindeki temsilcileri "Aman ne olur, bizi süpürüp atmayın. Bizden istifade etmeyi sürdürün" diye Amerika'daki efendilerine yalvarmışlardı.

Ama anlaşılan Amerika'daki efendileri bunların üzerine sifon çkmeye karar vermiş gözüküyor.

Batı medyasına bakarak bu değişimin ipuçlarını izlemek gayet kolay:



Türkiye'yi bölmek, huzursuzluk ve kaos ortamına sokmak isteyen Batı, RTE'den daha iyisini bulamazdı.


Sert, kavgacı, "ötekileştirici" bir üslupla yalan ve iftiraya dayalı bir söylemi "zorla" Türk insanına dayatan a-ke-pe, ülkeyi faşist bir rejime dönüştürme yolunda epey mesafe kaydetti.

Ancak "Milli Görüşçü" damarından bir türlü vazgeçememeleri ve "oy hesabı" içinde her türlü kirli ve kanlı oyuna girişmekten çekinmemeleri, a-ke-pe'nin Batılı efendilerini artık kızdırmaya başladı...


İş gerçekleri çarpıtmaya, yalan ve iftira atmaya gelince Türkiye'deki a-ke-pe borazanı yandaş ve yalaka medyanın eline kimse su dökemez. Bu yalaka medyanın içinden ne sübyancı sapıklar, ne alçak namussuzlar çıktı, hala da çıkıyor.


Ancak bu sefil ve rezil herifler bile bu sefer şapa oturmuş durumdalar. Amerika'dan yandaş medya üzerine inen F-Tipi şamar, hepsini eşekten düşmüş karpuza çevirdi.


Şimdi akla gelen sorular şunlar:

1- Batan gemiyi en önce hangi fareler terkedecek acaba?

2- a-ke-pe'nin çözülmesiyle sahipsiz ve başıboş kalacak vatan hainleri, liboşlar, dönekler, ve öteki ahlaksızlar acaba şimdi hangi kapıya yamanma derdine düşecek?

3- Hitler özentisi RTE, kendini kurtarmak adına ülkeyi savaşa sokarken gene Hitler'den mi esinlendi?

4- Türkiye'yi savaşa sokacak kadar gözü kararmış bu kadroları işbaşına getirmiş olan a-ke-pe seçmeni, kendi aymazlıklarına ve cahilane küstahlıklarına daha ne kadar devam edecek?

26.05.2010

a-ke-pe açılımları birer birer şapa oturuyor

a-ke-pe hükümetinin yurtiçindeki giderek hızlanan düşüşü yetmezmiş gibi, a-ke-pe hükümetinin sarsak ve beceriksiz dış politkalarına yurtdışında da tokat üstüne tokat geliyor...

"Açılım" yapıyoruz diyerek el attığı her işi yüzüne gözüne bulaştırmış bu partiyi, yandan edyanın yalakaları bile savunamaz durumda.. Düşülen bu acizlik, parti yöneticilerinin sinirlerini giderek bozuyor. Hükümet adamlarının asabi halleri bunu açık bir göstergesi.

Diğer yandan, işte a-ke-pe'nin "fasarya" açılımlarının aldığı son haller tam ibret vesikası oldu:

Bu adamla beraber "futbol maçı" izleyip 'enseye tokat-bilmemnereye parmak' kıvamında pış-pışladınız ne oldu?

İşte a-ke-pe'nin Türkiye'yi düşürtüğü acıklı duruma baksınlar da ibret alsınlar!























Dahası var...

Siz "elaleme show yapmak" adına bir takım işlere giriştiniz ama, sizin efendiniz ABD sizin suyunuzu kaynatmaya başladı bile..

Egemen Bağış gene Amerika'ya gidip "Bu adamı ne olur süpürüp atmayın. Daha sizin çok işinize yarar" diye yalvarsa, acaba bir işe yarar mı?

a-ke-pe'li kaşalotların buna verebilecekleri bir cevapları olduğunu sanmıyoruz.

Zira ne akılları yeter, ne de şu anda iç politkada yedikleri tokatlardan kafayı kaldırıp bununla ilgilenecek vakitleri var.

25.05.2010

Madem bu kadar seviyorsun, girsene içine!


Adına "Nilüfer Göle" derler bir sosyolog vardır. 1986'da Boğaziçi Üniversitesi'ne gelip "Fransız aksanıyla iyice bulanıklaşmış" bir İngilizce konuşur ve kimsenin anlamadığı abuk-sabuk laflar ederdi.

Akademisyen Asaf Savaş Akat'ı sevgilisinden ayırıp birlikte olmaya başladılar.

"Anlaşılmaz ve saçma laflar" edip "magazinel" takılmaktan başka pek de kayda değer bir marifetini göremediğimiz bu kadın, şimdi de çıkmış diyor ki "Burkanın karanlığını seviyorum"

Fi tarihinde Neslihan Yargıcı adlı uçuk modacı kadın da gerici-militan bir tarikat olan Aczmendi mensuplarının "karanlık" giysilerini çok "seksi" bulduğunu belirmişti.

Luke Skywalker ve Han Solo dururken Dart Vader'e sevdalanan bu "garip" kadınlar tuhaf bir "karanlık tarafa meyletme" arzusu içindeler. Aman ne güzel. Bir de bunlara "aydın" falan deniyor ya, pes valla!


Nilüfer Göle'ye lafımız şudur:
Sıkışınca öyle Fransa'lara kaçıp oradan ahkam kesmek kolay. Madem çok seviyorsun, girsene o burkanın içine? 25 yıl önce bile güzel bir kadın değildin, şimdi zaten iyice acuze olmuşsun. Hiç olmazsa insanlar senin suratını görmez de içleri bulanmaz...





2.05.2010

Benzetme öyle olmaz, böyle olur

İşte cehalet ve aymazlık böyle birşeydir!
Tarih bilmezsiniz, sosyoloji bilmezsiniz, hele gerçekleri hiç bilmezsiniz.

Ama sizi alkışlamaya hazır sizden daha da cahil bir kitlenin önüne çıkınca, desteksiz şekilde atar tutarsınız.


Birazcık sağduyu sahibi olan bir halkın çoğunlukta olduğu normal bir ülkede;
bu tarz saçma-sapan sözler sarfeden birini değil alkışlayıp başagetirmek, acilen psikolojik müdahale altına alırlar.

Birazcık sağduyu sahibi olan bir halkın çoğunlukta olduğu normal bir ülkede;
bu tarz saçma-sapan sözler sarfeden birine yağcılık yapacak "yandaş medya ve yalakalar güruhu" ortaya bile çıkamazdı!

Gerçi, Türkiye'yi faşizan bir tek parti diktasına götürmekte olan a-ke-pe'nin tabanı Hitler'e pek bayılır. "İstersem asarım, keserim" diyen bir lider, Gandhi'ye benzetilecek değil ya?

(Engin Akkıç gibi bir takım eşşoğlueşşekler, Türkiye'de yaşanan faşistleşme sürecine "Ülkede 'milli demokratik devrim' yaşanıyor" diyecek ve kendileriyle aynı fikirde olmayanlara 'faşist' yaftasını yapıştıracak kadar alçaklaşmıştır. Onları içine düştükleri bok çukurunda debelenmeye bırakıyoruz.)

a-ke-pe'nin yediği herzeleri tevil etmek üzere kıçını yırtan ve "Ne alakası var? Bizim liderimiz nasıl Hitler'e benzetilebilir?" diye bağırıp çağıran sersemlere bir iyilik yapalım istedik.

Sizin liderinizin "yanlış" bildiği şeylerin doğrusunu şekil üzerinde gösterelim de gerçekler iyice açığa çıksın... Bakalım kim kime benziyormuş, okuyun da öğrenin, cahil herifler!

Hitler ve Nazi partisinin yükselişi



Tayyip Erdoğan gibi Hitler de politik ve sosyal faaliyetlerde çocuklar ve gençlerle özel olarak ilgilenir ve birlikte çektirdiği resimleri siyasi propaganda için kullanırdı.
Tayyip Erdoğan gibi Hitler de 'öfkeli ve heyecanlı' bir üslupla kitlelere seslenirdi.


Musa Kart'ın karikatürü 'siyasi simgelerin kullanımı' konusunda Hitler ile Tayyip Erdoğan arasındaki benzerliklere dikkat çekiyor

Ekonomik bunalımın çökerttiği Almanya'da NAZI partisi, demokratik yollardan iktidara gelerek kitleleri totaliter bir rejim altına almayı başardı. Tıpkı şimdiki AKP gibi...

20. Yüzyıl'ın başları da tıpkı 21.Yüzyıl'ın ilk yılları gibi savaşlara ve karmaşaya şahit olmuştu.

21.Yüzyıl dünyayı başdöndürürcü bir hızla değiştiriyor.İnsanlık bir yandan iletişim devrimi ve bilgi çağını yaşarken diğer yandan da hem doğuda hem de Batı dünyasında muhafazakarlık ve dinsel fanatizmin hızla yükselişine tanık oluyoruz.

Kimilerine göre bu yaşadığımız süreç Üçüncü Dünya Savaşı’nın ta kendisi. Anlaşılıyor ki uluslararası dengeler yerine oturup yeni bir dünya düzeni kurulmadan bu süreç kendi dinamikleri içinde devam edecek.

Türkiye de bu süreci kendi politik dinamikleri içinde yaşamaya devam ediyor. 2002 yılından itibaren tek parti iktidarını sürdüren AKP’nin politik oluşumu ve yükselişi pek çok siyasi analize konu olmakta.

2000’li yılların başından itibaren AKP’nin Türkiye’deki siyasi çıkışının, Hitler ve NAZI partisinin 1930’lar Almanya’sındaki yükselişine paralellikler gösterdiğini iddia eden bir takım teoriler ve analizler de mevcut.

Hatta bu analizlerin bir kısmında Adolf Hitler ile Tayyip Erdoğan’ın politik kariyerlerindeki söylem ve üsluptan, kişisel özelliklerine kadar pek çok benzerliğin de altı çizilmekte.


  • Mesela her iki lider de ağır ekonomik ve sosyal bunalımların yol açtığı ortamlarda halk oyuyla iktidara geldiler.

  • Her iki lider de iktidara gelmeden önce kısa hapis dönemleri geçirdiler.


  • Her iki lider de 'mağdur olmuş' kitlelerin sözcüsü olduklarını iddia ediyorve kitlelere agresif ve öfkeli bir şekilde hitap ediyordu.

  • Her iki lider de anti-semitist bir söylem kullanıyor ve ‘siyasi simgelere’ özel bir önem veriyordu.

  • Her iki lider de kendi milletlerinin üstün özelliklerini vurguluyor ve 'yüksek ahlakın' hakim kılınması için 'kendi belirledikleri' yolda kitlelerin sorgusuz itaatini talep ediyordu. Kendileriyle aynı fikirde olmayanlara tahammül edemiyorlardı.

  • Her iki lider de alkol ve sigaradan kesinlikle kaçınır ve bunların kısıtlanmasına yönelik çalışmaları desteklerdi.

  • Her iki lider de, Batı dünyasının büyük düşmanlarına (1920’lerden itibaren komünizm, 2000’li yıllardan itibaren ise radikal İslam) karşı birer antidot olarak kabul edilmiş ve iktidarlarının en azından ilk yıllarında Batı tarafından desteklenmişti.

Hitler iktidarının sonu maalesef dünya için hayırlı olmadı. NAZI rejimi Almanya’ya olduğu kadar Avrupa’nın geri kalanına da büyük acılar ve kayıplar getirdi.

Orta Doğu ve Kafkaslar’da savaş rüzgarlarının estiği ve bütün dünyada uluslararası dengelerin yeniden oluşturulduğu bugünleri daha iyi anlamak adına geçmişte neler olduğunu öğrenmek isteyenler için

Almanya’da Hitler ve NAZI partisinin yükselişi
Tarihsel sürecin devamını okumak için TIK'layın







28.04.2010

Akıyla bokunu karıştıranlar

Hatırlayan kaldı mı bilinmez, bu memlekette 1988 yılında bir referandum yapılmıştı.

Mart 1989'da yapılacak yerel seçim tarihlerini öne almak isteyen o zamanki tek parti iktidarı (ANAP) bu amaçla bir Anayasa değişikliği hazırlamış, bunu halkoyuna sunmuştu. 1988 referandumu bunun için yapıldı.

O referandum için


EVET oylarının rengi BEYAZ,
HAYIR oylarının rengi de KAHVERENGİ


olarak belirlenmişti.

Hükümet referandumda EVET oyu verilmesini istiyordu, halktan HAYIR cevabını aldı, kıçüstü oturdu.


Ondan sonra da ANAP tek parti iktidarı inişe geçti.. Sonra silindi gitti. Şimdilerde bu parti ortada yok artık. Partinin başkanı son bir gayretle kendini Çankaya’ya attıysa da, Azrail’in hışmından kurtulamadı.
İlahi adalet öyle tecelli etmişti.


1980’lerin ikinci yarısında da, şimdiki gibi olmasa da, YALAKA yazarlar vardı. ANAP ve Turgut Özal'a yalakalık yarışındaydılar.


Bunlardan biri de Çetin Altan'dı.
(Şimdiki yalakaların babası.. O tarihlerdeki başka bir yalaka Mehmet Barlas, gene “yalakalık gemisini yürüten kaptan” pozlarında, yalısına gelen veya gelmeyen siyasi liderlerin yanaklarını okşama derdinde)

NEYSE, biz dönelim konumuza:
Çetin Altan o tarihlerde köşe yazısı yazdığı GÜNEŞ gazetesinde, referandumdan günü yayınlanmak üzere tek cümlelik bir yazı yazmıştı:
"İnsanlar ikiye ayrılır: AKIYLA BOKUNU KARIŞTIRANLAR VE KARIŞTIRMAYANLAR"

Bu yazısıyla "Anayasa değişikliği istemeyen halka" kendi çapında "bok" atmaya kalkmıştı.


Güneş gazetesi (seçim yasakları nedeniyle) bu yazıyı basmadı. Çetin Altan da bunun üzerine Güneş gazetesinden ayrıldı.

Bu hikayeyi niye hatırlıyoruz?
Yakın tarihte gene bir referandum gündemde, ve a-ke-pe'yi de aynı akıbet bekliyor diye mi? HAYIR!

Akşam gazetesinde yazan çirkin ve aptal bir herif var. 28 Nisan tarihli yazısında epeydir bilinen bir mevzuyu diline dolayıp kuş kadar aklıyla ahkam kesmeye yeltenmiş.

"Cumhuriyet ve laiklik karşıtı eylemlerin odağı olduğu Anayasa mahkemesi kararıyla tescil edilmiş", bundan ayrı olarak belediyelerde ve Deniz Feneri gibi örgütlerde gırtlağına kadar yolsuzluk batağına batmış ve yetim hakkı yiyen bu siyasi örgüte, "a-ke-pe" dememek lazımmış.. Çünkü "AK"mış bu örgüt.
(Yerseniz yani)

Bu partiye AK diyenleri gördükçe, Çetin Altan'In 1988 tarihli yazısı gelir aklımıza:
İnsanlar ikiye ayrılır: AKIYLA BOKUNU KARIŞTIRANLAR VE KARIŞTIRMAYANLAR

Akıyla bokunu karıştıran şaşkınlar bu siyasi örgüte "AK" demeye devam edebilir, ediyor da zaten.

Ama akıyla bokunu ayırdedebilecek kadar akıl ve vicdan sahibi olanların indinde o örgütün adı "a-ke-pe"dir.

Yandaş medyanın bütün yalakaları yanyana gelip sabahlara kadar anırsa da bu gerçek değişmez!

Atılgan Bayar, hakikaten 'insanı bayan' bir yazı tarzın var.
Bu işleri bırakıp pazarda limon veya hıyar satmak sana daha çok yakışacak...

10.02.2010

Yandaş Medya ve İktidar Yalakaları Bilgi Kirliliği Yaratarak Yalan ve İftira Yayıyor


Çok uzun süredir sistemli bir bilgi kirliliğine maruz bırakılmaktayız. Bu süreç sonunda, herkesin bağıra çağıra konuştuğu ama pek çok kimsenin "ne konuştuğunu bile anlamadığı" bir duruma geldik. Yakın gelecekte bu durumun daha iyiye doğru gelişeceğine dair bir emare yok.

Maruz kaldığımız bilgi kirliliğine bağlı olarak, uzunca bir süredir konuştuğumuz dil de farklılaştı. Alev Alatlı'nın 'afazi' olarak nitelendirdiği bir durumla karşı karşıyayız.

Söz yitimi (afazi), tıbbi bir terim olarak, konuşma ve konuşmayı anlama yeteneğinin kısmi veya tamamen kaybı anlamına gelir. Söz yitiminin bir başka tipi ise Celbedilmiş Toplumsal Söz Yitimidir. (Induced Social Aphasia)

Celbedilmiş söz yitimi, sözlü ve yazılı iletişimde kullanılan terim ve kavramların tanımlarının tam olarak yapılamaması veya kavramların bilinçli olarak makul tanımlamadan muaf tutulmaları nedeniyle ortaya çıkan kavram karışıklığı veya anarşisinin bir ifadesidir. Bu durum özellikle ülkemizde, kavramlar üzerine bina edilen fikir ve savların geçersizleşmesinden, farklı görüşler arasındaki iletişimi imkânsızlaştırmasına kadar birçok hayati sorunun temelini oluşturmaktadır.

Yanda Medya Kavramların İçini Boşaltıyor ve Bu Sayede Safsata Yaratıyor

Yani 'afazi'; kavramların ve sözcüklerin içeriğinin boşaltılması sonucu ortaya çıkan bir "iletişimsizlik ve düşünsel boşluk/kısırlık" durumunu belirtmektedir.










Eski solcu/liberal kökenli yalakalar, nezaketten yoksundurlar. Sıkışınca "terbiyesiz ve seviyesiz" bir üsluba sığınırlar..
Bu duruma hemen bir örnek vermek gerekirse:

Mesela Ahmet-Mehmet Altan kardeşler, veya Emre Aköz, veya Mümtazer Türköne veya Murat Belge veya bu tarzdan kişiler kendilerini "liberal ve demokrat" olarak tanımlayabilmek ve kendileri gibi düşünmeyen insanları "Ergenekoncu, darbeci, faşist" olarak tanımlayabilmek adına; kendilerini ve karşıtlarını tanımlamak için kullandıkları bütün kelimelerin içini boşaltmışlardır.

Demokrasi, liberalizm, faşizm gibi kavramların önce içlerini boşaltmak, sonra da bu kelimeleri tersyüz etmek suretiyle bilinçli bir 'afazi' operasyonu uygulamışlardır. Bu sayede ne demokrat ne de liberal olan ve hem entelektüel hem de toplumsal anlamda basbayağı 'faşist" olan bu güruh, kendilerini 'demokrat ve liberal' ve fakat "akıl ve vicdan sahibi" insanları "faşist" olarak tanımlayabilme cüretini kendilerinde bulabilmektedirler.

AKP adlı özünde faşist partinin de kendine "demokrasi havarisi" bir kisve biçmesi; ve gerçek demokrat ve özgürlükçü insanları "darbeci / Ergenekoncu" vs gibi gerçeklikten uzak sıfatlarla yaftalamaya yeltenmesi, işte sözünü ettiğimiz bu sürecin, yani 'afazi'nin sayesinde olabilmiştir.

Biraz dikkat edecek olursanız farkedeceksiniz ki;

  • Bu kişiler esasen ahlak ve terbiyeden pek nasiplenmemiş olup; sıkıştırıldıklarında çok çabuk terbiyelerini kaybederler

  • Genel olarak çirkin bir fiziksel yapıya sahip olan bu insanların gülümsediklerini pek göremezsiniz. Yüzlerinden uğursuzluk ve melanet akmaktadır

  • İstisnasız bütün bu tiplerin kadınlarla ilişkileri sorunludur. Psikolojik yapıları bozuktur.

  • Bu tipler genel anlamda espri yeteneğinden yoksundurlar. Bu durum, kafa yapılarının 'zeka'dan değil 'kompleks' ve 'hezeyan duygularından' oluştuğunu göstermektedir.

  • Yüzlerinde meymenet yoktur. "Öfke ve nefret" bu tiplerin adeta alamet-i farikasıdır.

  • Faşist ve dinci bir partiye, "faşizme karşı çıkmak" adına destek olacak kadar akıl ve mantıktan yoksun bu tipler, tutarlı bir mantık örgüsü kurmak yerine "zırva, polemik ve yalan"dan medet umarlar.
Bugün maalesef sözcüklerin ve kavramların içeriği boşaltılmış durumda! Ortak bir sosyal ve siyasi dil tutturmakta zorlanıyoruz.

Öteden beri felsefe konusunda zayıf, yazılı kültürle ilişkisi sorunlu ve kısıtlı bir toplumduk. Genel anlamda 'soyutlama' yeteneği Türkiye'de ve Türkçe'de zaten pek gelişkin sayılmaz.

Son 30 - 40 yıldır giderek bozulan eğitim sistemimizi de buna ekleyecek olursak, elde ettiğimiz sonuç içler acısı: Kendi anadilini doğru dürüst konuşup yazmaktan aciz insanların büyük bir ekseriyet oluşturduğu bir halk olduk.

İşte böylesi amansız bir "afazi" ortamında, mugalâta ve retorik yeteneğine sahip olanlar; uydurdukları (veya kendilerine ezberletilen) zırvaları süslü ve yüksek oktavdan seslendirdikleri ölçüde sanki "haklı ve muteber" fikir adamlarıymış gibi algılanıyorlar. Oysa bu bir yanılgı, hem de büyük ve esaslı bir yanılgı.

Sağlıklı ve dengeli bir mantık sistemini temel alarak "Peki ama neden?" veya "Bunun böyle olduğunu nereden biliyoruz?" gibi soruları sorup karşımızdaki safsatacıların mantık(?!) örgüsünü alaşağı etmek aslında çok da zor değil. Yeter ki sağlam ve tutarlı bir bilgi birikiminiz olsun.





facebook'ta paylaş!

İktidar Yalakalarıyla Mücadelede Çok Faydalı Bir Kavram: POSTMODERNİZM

Ortalıkta bir postmodernizm lafıdır gidiyor. Postmodernizm şöyle, yok postmodernizm böyle.. Üşenmedim, sizler için literatürü tarayıp bu konu üzerine bazı bilgiler derledim.

Artık "Modaya uyup nasıl Postmodern olacağım?" diye düşünüp kafayı yemeyeceksiniz. (Lâf aramızda, bu işe harcadığım efor ve zamanı üniversitede tez yazmaya ayırsam, şimdiye kadar akademik kariyerin en kralını yapmış olurdum). Eh, gayret benden, takdir sizden. Okuyalım görelim..

Postmodernizm kavramı İkinci Dünya Savaşı'nın ardından ortaya çıktı.

Savaşın yarattığı korkunç yıkım, Batı dünyasının ahlaki ve etik değerlerini altüst etmişti.

O zamana kadar entellektüel çevrelerde geniş kabul gören dünya görüşü ve anlayış,

(ki buna o zamanlar 'modern düşünce' deniyordu)

geçerliliğini kaybetmeye başladı.

Yani 'daha iyi ve daha güzel bir dünyaya duyulan özlem ve hayaller' artık sona ermişti.

'Toplumsal refah' , 'anlamlı bir hayat' vb. kavramlardan geriye bir avuç hayalkırıklığı kalmıştı.

Freud ve Marx'ın yöntemleriyle insan ve toplumun kavranabileceği, değiştirilebileceği ve geliştirilebileceğine dair inanç da yavaş yavaş ortadan kalktı.

İşte postmodernizm terimi, bir önceki dönemden kopuş anlamında, 'modernizm'in sonrasını, 'ötesini' belirtmektedir.

Postmodernizm aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı ertesinde sanat, edebiyat ve bilimsel etik alanındaki inançların ve iyimserliğin kaybolmasını ifade eden bir düşünce biçimi olarak da tanımlanabilir.

Modernizmin kaybolmuş düşlerinin yerine; postmodernizm yeni bir ütopya koymak amacında değildi. Postmodernizm, yeni bir lisan, yeni kavramlar getirerek, modernist vizyonun gözden kaçırdığı açıları ve ufukları farketmemizi amaçlamaktaydı. Bu yeni dil dinamik bir oyuna benzetilebilir: anlamlar sürekli değişmekte ve gelişmektedir.

Postmodernizmi anlamak demek, aslında bu yeni dili okuyabilmek ve anlamak demekti.

Bu da kolay iş değildi doğrusu.. Birilerinin çıkıp bu yeni dilin yorumunu ve aslında ne anlamlara geldiğini de açıklaması gerekiyordu...

O zaman da ortaya bir sürü laf salatası çıktı: dil oyunu, metaforik yapı, parazitsel lisan, mevcudiyet metafiziği, dialojik düşünce vs..vs.

Tam da bu noktada "Bu da ne demek?" sorusunu sormayı öğrenmemiz gerekiyor. İçimizdeki dinamik bir güç; başkaları bizi aptal veya cahil sanmasın diye bu soruyu sormamızı engellemekte.

Postmodernizmin yumuşak karnı (aynı zamanda postmodernizmi anlamanın anahtarı) işte burası:

"Yani sen ne demek istiyorsun şimdi? Bu da ne demek?" sorularını sorabilmeli ve bu soruya verilecek açık ve inandırıcı bir yanıtın takipçisi olabilmeliyiz.

Sanatsal anlamda ise postmodernizm; filmlerde, televizyonda, gazete karikatürlerinde ve pop müzikte 'kitle kültürünü' üstün kılarak, 'yüksek sanatlara' yaslanan elitizmi tahtından indirme şeklinde kendini gösterir.

Çok cafcaflı bir laf oldu. Biraz açalım: resim,heykel, tiyatro, bale ve klasik müzik gibi anlaması ve tadına varılması belli bir kültür birikimi gerektiren sanatlara 'yüksek sanat' deniyor. Bunlar, adı üstünde 'yüksek' olduğundan bunlara herkes erişemiyor, erişse de çoğu insan bu tür sanattan birşey anlamıyor ya da zevk almıyor.. O zaman ne olacak?

İnsanları düşündürmek ve eğlendirmek için 'kitle kültürü'nü ön plana çekeceksiniz. Bunun sonucunda estetik değerler aşınıyor, sanat metalaşıp 'tüketilebilir' bir kavrama dönüşüyor. Ama ne gam!

Meselâ, oturma odasına yeni aldığı tablosunu överken

"Çok değerli bir eser. On bin dolar saydım ben buna.." diyen görgüsüz yeni zengini küçümsüyor ve hatta ona acıyoruz.

Ama "Hollywood'da bütün zamanların en yüksek bütçeli filmi.. Amerika'da gişe rekorları kırdı.." diye bir filmi 'iyi ve başarılı bir film' diye tanımlayabiliyoruz?

O filmin yapılması için harcanan bütçe ve o filmin kazandığı gelirler, aslında rakkamsal bir takım göstergeden ibaretken, söz konusu filmi 'iyi film' diye değerlendirmemize neden oluyor.

Aynı şekilde, en yüksek rating alan kanal kendini en iyi kanal ilan ettiğinde, nicel kriterler kullanararak, kendine nitel değerler atfetmiş oluyor. Biz de bunu normal karşılıyoruz.

İşte, aldığı resmin sanatsal değerini ona ödediği parayla ölçtüğü için kızdığımız ve hatta acıdığımız adamın yaptığı şeyi; kendimiz de seyrettiğimiz film veya televizyon kanalını nitelerken yapıyoruz ve bundan rahatsızlık duymuyoruz. Bu bize ters ya da yanlış gelmiyor. Neden? Kitle kültürünün , postmodernizm marifetiyle, üstün kılınmasıyla.

Postmodernizm aynı zamanda, sol tandanslı akademik çevrelerin Marxizm'den boşalan yere koydukları birleştirici bir felsefe işlevi de görmektedir. Kimileri bunu "Marxizm postmodernizme dönüştü" diye ifade etmekteler.

Bir felsefe olarak postmodernizm, takipçilerine 'herşeyi' ve 'herkesi' eleştirme (ve hatta aşağılama) hakkı verir. Postmodernist bir akademisyene sorulacak olursa, hiç birşeyin (ahlaken, hukuken, estetik veya bilimsel olarak) 'doğru' olduğu ispatlanamaz. Tabii ki postmodernizmin kendisi bu kuralın istisnasıdır. (Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir' sözünü hatırlayınız)

Özetin özeti: Postmodernizm; kuralsızlığın kural , ilkesizliğin ilke olduğu bir görüş açısı veya yaşam tarzını ifade eder.

Herhangi bir nedenle, sizi ya da yaptığınız işi veya ileri sürdürdüğünüz fikirleri, şu ya da bu nedenle eleştirmeye, kategorize etmeye, yargılamaya kalkarlarsa "Benimki postmodern bir yaklaşım.. Sen bunu nerden bileceksin ki?" dediniz miydi, akan sular durur. Bu çıkışınıza cevap verecek adam zor bulunur.

"Postmodernizm ne işe yarar?" diye soracak olurlarsa, onlara bu cevabı verebilirsiniz.

Evet arkadaşlar, işte postmodernizm dedikleri şey budur.

Bu yazının temiz bir printer çıktısını alın ve cüzdanınıza koyun. Yarın veya öbür gün dostlar meclisinde sohbette veya akademik bir tartışmanın orta yerinde size "Sen postmodernizmin ne olduğunu biliyor musun ha?" diye soracak olurlarsa, çıkar gösterirsiniz.

"Hayır, postmodernizm bu değildir!" diyecek babayiğidin alnını da benim için karışlamayı unutmayın sakın!


Yazar: Derman Gamsız - Mayıs 2002




facebook'ta paylaş!

Yandaş Medyanın Zararlı Etkilerine Karşı: Medya Okur-yazarlığınızı Geliştirin!

Medya, kitlelerin düşünce yapılarına müdahale edebiliyor...
Bu yüzden ona kızıyoruz ama onsuz da olamıyoruz.




Tony Buzan (d.1942) beyin ve öğrenme teknikleri üzerinde önde gelen otoritelerden biri olarak 'Mind Maps' (Zihin haritaları) ve 'Mental Literacy' (Zihinsel okur-yazarlık) gibi kavramların yaratıcısıdır.



Zihin, medya, doğru iletişim vs. gibi konular Batı dünyasında 30 yıla yakın süredir gündemde.



Orijinali 1984 yılında basılan kitabın Türkçesi ancak 1995'te çıkabilmişti.

İnsanlara 'neyi bilmeleri gerektiğini' söyleyerek, kendileri dışındaki olayları ve olguları 'nasıl algılamaları gerektiğini' empoze etmek mümkündür.

Kitlesel iletişim araçları (medya) üzerinde inisiyatif ve kontrol sahibi olunarak; gerçekte hiç var olmamış olguları veya hiç cereyan etmemiş olaylar 'tartışılmaz ve somut gerçekler' olarak lanse etmek; ve gene aynı şekilde, son derece somut ve gerçek olayları 'hayal ürünü ve safsata' olarak göstermek de mümkün olabilmektedir.

Aklıbaşında herkes bu gerçeğin çok uzun bir süredir farkında. Bu konuda yapılmış çok sayıda akademik çalışma ve popüler bilgi kaynağını Internet üzerinde kısa bir araştırmayla hemen bulabilirsiniz.

İlkesel açıdan hemen hepimiz aynı fikirdeyiz: İnsanların 'doğru bilgilendirilmesi' gerektiğini söylüyor ve 'kitlesel manipülasyonların' ahlaksız ve tehlikeli girişimler olduğunu iddia ediyoruz. İnsanların böyle bir dezenformasyon tehlikesinden korunması gerektiği konusunda fikirler ileri sürüyoruz.

Ama şurası bir gerçek ki aşağıdaki düşünceler hemen hepimizin aklından geçiyor:

  • Aslında biz haklıyız, diğerleri haksız

  • Çünkü bizim gibi düşünmeyen insanlar ya cahil ya da kötü niyetli

  • Bizim gibi 'doğru' düşünenlerse azınlıkta kalmış durumda

  • Yanlış ve haksız görüşlere sahip diğer insanların 'tehlikeli şekilde' çoğunluk oluşturmuşlar
  • Biz, medyadan kaynaklanan manipülasyonlara karşı uyanık ve dikkatliyiz

  • Ama diğer yandan, yanlış şekilde bilgilendirildikleri için yanlış ve haksız görüşlere sahip diğer insanların aslında 'doğru şekilde yönlendirilebilirlerse' herşeyin daha güzel ve olumlu olacak...

Bu yukarıdaki düşüncelere sahip olan insanlar, aslında ilkesel olarak medyanın tarafsız olması gerektiğini söyleseler de, kendi amaç ve görüşlerine uygun fikirlerin medya üzerinden kitlelere empoze edilmesine aslında olumlu yaklaşıyorlar.

AKLINI EN İYİ ŞEKİLDE KULLAN

Tony Buzan'ın orijinal ilk basımı 1984'te yapılan Make the Most of Your Mind adlı kitabının Türkçe olarak Aklını En İyi Şekilde Kullan adıyla ilk olarak 1995'te basılmış versiyonunda bazı ilginç saptamalar var.


Tony Buzan'ın okurlarına zihin geliştirme egzersizleri önerdiği bu kitabın Mantık ve İrdeleme başlığı taşıyan dokuzuncu ve son bölümü tamamen 'medya yoluyla iletilen mesajları doğru okuma ve anlama' yeteneğinin geliştirilmesi konusuna ayrılmış.


Şöyle diyor Tony Buzan: "İletişimin giderek önem kazandığı ve gün be gün siyasi liderlerimizin, televizyon ve radyomuzun, gazete ve dergilerimizin, idari ve bilimsel danışmanlarımızın 'sözlerinin ardındaki' gerçeğe ulaşmamız gereken bir dünyada, hepimizin mantıksal irdeleme kapasitemizi geliştirmesi gerekmektedir.

Propaganda ve ikna teknikleri ustalaştıkça, sapı samandan ayıracak zihinsel donanım da ustalaşmıştır..."


Şimdilerde Medya Okur-Yazarlığı dersini ilköğretim okullarımızın müfredatına sokmayı başardık. Fakat bu dersi işleyecek öğretmenlerin donanım ve yöntemleri konusunda kuşku duymaya devam ediyoruz.

Okur yorumlarına baktığımızda anlıyoruz ki gidecek daha çok yolumuz var!..





facebook'ta paylaş!

İktidar Yalakaları ve Yandaş Medyanın Sesi Niçin Bu Kadar Çok Çıkıyor?

Kabul etmesi acı, ama bu durum gerçektir:
Kötülüğün (yani karanlık tarafın) gücü her zaman fazladır. Kötülerin sesi her zaman 'daha yüksekten' çıkar.

Yıllardır iktidarda olmalarına rağmen; kendileri gibi düşünmeyen, aydın ve namuslu insanlara karşı bu kadar küstah, bu kadar terbiyesiz, bu kadar cahilane ve bu kadar öfkeyle saldırabilmelerinin; ve bütün bunların üstüne, sanki zulme uğrayan onlarmış gibi "zavallı ve masum" pozlar takınacak kadar tıynetsiz olmaları, bu kişilerin ne kadar "kötü" insanlar olduğunu göstermeye yeter.

  • Göthe'ye göre bunlar ruhunu şeytana satmış Dr. Faust'turlar.

  • Robert Louis Stevenson'ın kitabında anlatılan Mr. Hyde olmuşlardır onlar

  • Star Wars terminolojisiyle konuşacak olursak, bu tipler "gücün karanlık tarafına geçmiş" kişilerdir

  • İslami terminolojisiyle bu insanların tarif edilmesi gerekse, "Vay, o namaz kılanların haline ki onlar kıldıkları namazdan gafildirler."

  • Batı dünyasının siyasi literatürüyle ifade edecek olursak, bunlar düpedüz "faşist"tirler.

Hitler ve NAZI partisinin RTE ve AKP'ye benzerliği

Türkiye'deki aydın ve namuslu insanların terminolojisinde ise onlara "iktidar yalakası", "yandaş medya" veya kısaca "a-ke-pe'liler" diyoruz.

Bu güruhun "cahilane" bir üslup ve "ilkel tavırlar" benimsemiş olması sizi kandırmasın.

Bunlar cemaat ve biat kültüründen geldikleri için, kendi adlarına düşünemez ve sorgulayamazlar. Liderlerinin, abilerinin, şeyhlerinin veya hocalarının onlara işaret ettiği bir takım "söylemler" çerçevesinde "topluca" (yani tıpkı bir hayvan sürüsü gibi) hareket ederler. Güçlerini de bu "sürü psikolojisi"nden alırlar.

İşte bu nedenden ötürdür ki, onları "doğru sözler söyleyerek" veya "nazik ve mantıklı" bir söylem tutturarak ikna edebileceğinizi düşünmeyin!

Yani bu yaratıkları sanki "kendi kendilerine düşünme ve muhakeme edebilme yetenekleri olan ve bağımsız kişilik sahibi kişilermiş gibi ele alıp tartışmaya girmenin bir anlamı ve faydası yoktur.


NERDEN ÇIKTI BU ADAMLAR? NEDİR BUNLARIN VARLIK SEBEBİ?

Bu konuda pek çok kitap yazıldı. Sayısız inceleme ve araştırma yapıldı. Bunların çoğunu muhtemelen siz de okudunuz, kendinizce bir muhakeme yaptınız.

Maalesef Atatürk'ün kurduğu "Aydınlanmacı" Cumhuriyet rejimi kesintiye uğramış durumda...
Tarihin daha önceki evrelerinde de, insanlığın "rasyonel ve hümanist" düşünce yapısını reddederek irrasyonel, baskıcı, gerici ve zalim rejimlere geri döndüğü görülmüştür.

İnsanlık tarihi, sürekli ilerleyen ve insanlığın gelişimine paralel seyreden doğrusal bir süreç değil. Aydınlığa doğru ilerleyen dünya, zaman zaman karanlıklara gömülüyor.

Sümer uygarlığının yıkılması, Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından gelen Ortaçağ karanlığı, Avrupa'da 1920'li yılların iyimser ve demokrat Batı uygarlığının yerini 1930'lu yılların faşizmine bırakması... vs. buna örnek gösterilebilir.

İnsanlık daha önce de "korkuların ve boş inançların" tutsaklığı altına girmeyi gönüllü olarak kabullenmişti.

Adına a-ke-pe denen partiye oy veren kitlenin psikolojisi de, mücadele etmekten korktuğu ve yorulduğu için boynunu kasabın bıçağına uzatan koyun psikolojisine benziyor... tarihte çokça örneği görüldüğü gibi...

Bu açıdan bakıldığında, 2000'li yılların başlangıcı itibarıyla Türkiye'nin tekrardan "karanlık, boğucu ve korkutucu" bir evreye giriyor oluşu, "aydınlık bir Türkiye idealine inanmış namuslu insanlar" olarak bizi üzüyor ve umudumuzu kırıyor. Ama "insanlığın daha aydınlık bir şafağa uyanmadan önce her zamankinden daha karanlık bir gece yaşaması gerektiği"ni kabul etmemiz gerek belki de...





facebook'ta paylaş!

a-ke-pe tahakkümü altındaki Türkiye'de Akıl ve Vicdan Sahibi İyi İnsanlara Düşen Nedir?


a-ke-pe tahakkümü altındaki Türkiye, hızla batmakta olan bir gemiye benziyor...

1997 tarihli TITANIC filminde de yönetmen James Cameron bu sahneyi gösterdi:
14 Nisan 1912'yi 15 Nisan'a bağlayan geceyarısından hemen sonra müzisyen Wallace Hartley ve orkestranın geri kalanı uyandıklarında Titanic'in buzdağına çarpmış ve Kuzey Atlantik'in buzlu sularına hızla gömüldüğünü gördüler.

Hartley (yukarıdaki orkestra resminde ortada yer alan figür) müzisyenlerini bir araya topladı. Bir kaç dakika içinde bu adamlar kararlarını vermişlerdi. Bu sekiz vakur ve onurlu insanın adları, orkestra şefi Wallace Hartley'den başka Theodore Brailey, Roger Bricoux, John Clarke, Jock Hume, Georges Krins, Percy Taylor ve John Woodward.

John Woodward'ın günümüze kalan bir resmi ne yazık ki yok. Ancak bu sekiz cesur ve vakur insandan yedi tanesinin resimlerini yukarıda görebilirsiniz.

Bu sekiz adam, bir araya gelip karar verdikten hemen sonra kamaralarına gidip enstrümanlarını aldılar ve güverteye geri geldiler. Batmakta olan Titanic'te son bir canlı konser vereceklerdi.

O kazadan kurtulmayı başaran görgü tanıklarının ifadelerine göre, müzisyenler son dakikaya kadar çalmaya devam etmişlerdir.

"Gemi batarken hala çalmaya devam eden orkestra" fikri ilk bakışta saçma, hatta aptalca gelebilir. Oysa hiç öyle değil! O insanlar, bu dünyadan ayrılırken bile "en iyi bildikleri şeyi yapmayı ve bu sayede kendilerine saygılarını en son ana kadar korumayı" seçmişlerdi.

Bu sayede kendilerini ve etraflarındaki insanları panikten ve ölüm korkusundan uzak tutmaya çalıştılar. Ve büyük bir ihtimalle de son nefeslerini verirlerken artık korkularından eser kalmamıştı.

Yazar Alev Alatlı'nın "Schrödinger'in Kedisi" 2. Kitap "Rüya" adlı eserinde dediği gibi:

"Yeryüzünden silinmemiz gerekiyorsa silinelim ama haysiyetimizi koruyarak, zarafetle ve yitirmeden mizah duygumuzu külliyen..."

Ahlak, vicdan ve akıl sahibi biz iyi insanların hayatlarını cehenneme çevirmeye ahdetmiş bu cemaatçi, ümmetçi, a-ke-pe'li güruhun ve onlara arka çıkmayı marifet sanan yandaş ve liboş yalakaların bütün melanet ve hıyanet çabalarına karşı bizim öncelikle yapmamız gereken şey işte budur:

Nezaketimizi, ahlakımızı ve bilhassa mizah duygumuzu asla elden bırakmayacağız!

Karşımızdaki bu cemaatçi, ümmetçi, a-ke-pe'li güruhun ve onlara arka çıkmayı marifet sanan yandaş ve liboş yalakaların; cebren ve hileyle elde ettikleri bütün mali, siyasi ve toplumsal güce ve toplumun geri kalanı üzerinde uygulamakta oldukları bütün baskılara rağmen; konuşur ve yazarken hala ne büyük bir öfkeye kapıldıklarını, ağızlarından tükürükler saçarak nasıl da küfürler ve hakaretler ettiklerini ve hatta sanki bu kötülükleri yapan onlar değilmiş gibi hala "haksızlığa uğramış masum insan" pozları takındıklarına değinmiştik.

Teorik temeli, Hitler'in propaganda bakanı Göbbels'e kadar uzanan bir psikolojik savaş taktiğidir bu!

Gerçekten haklı insanların, gerçekten masum insanların, gerçekten "namuslu ve vicdan sahibi" insanların asla başvurmayacağı ahlaksız ve alçakça bir taktik...

Böyle alçakça bir psikolojik saldırıya maruz kaldığımızda başvurulacak en etkili yol, "mizah duygumuzu" kullanarak "bu adamları ciddiye almadığımızı" göstermek olmalı...

Karşımızdaki bu güruh, entellektüel ve ahlaki manada hiç bir tutarlılıkları olmadığını, sağlam bir bilgi birikimine sahip olmadıklarını içten içe biliyorlar.

Çoğu kere zaptedemedikleri ve öfke patlamaları şeklinde dışa vurdukları 'aşağılık komplekslerinin' ardında yatan budur.

"Ciddiye alınmak" ve "adam yerine konulmak" için dayanılmaz bir açlık içindedirler.

İşte tam da bu yüzden kendilerine saygıları ve güvenleri yoktur.

Doğru dürüst Türkçe bile konuşamayan, Lise 1'de olsalar mantık ve matematik dersinden geçemeyecek kadar mantıktan ve izandan yoksun bu tiplerin, yalaka medya organlarında bu konumlara gelebilmeleri ancak "Başların ayak, ayakların baş olabildiği" bir Türkiye'de mümkün olabilmiştir.

O halde, yandaş ve liboşlara karşı takınılacak en doğru tavır, onları ciddiye almamak, onların söyledikleri herşeyin "değersiz ve anlamsız" olduğunu bilerek hareket etmek olacaktır.




facebook'ta paylaş!

İzleyiciler