10.02.2010

Yandaş Medya ve İktidar Yalakaları Bilgi Kirliliği Yaratarak Yalan ve İftira Yayıyor


Çok uzun süredir sistemli bir bilgi kirliliğine maruz bırakılmaktayız. Bu süreç sonunda, herkesin bağıra çağıra konuştuğu ama pek çok kimsenin "ne konuştuğunu bile anlamadığı" bir duruma geldik. Yakın gelecekte bu durumun daha iyiye doğru gelişeceğine dair bir emare yok.

Maruz kaldığımız bilgi kirliliğine bağlı olarak, uzunca bir süredir konuştuğumuz dil de farklılaştı. Alev Alatlı'nın 'afazi' olarak nitelendirdiği bir durumla karşı karşıyayız.

Söz yitimi (afazi), tıbbi bir terim olarak, konuşma ve konuşmayı anlama yeteneğinin kısmi veya tamamen kaybı anlamına gelir. Söz yitiminin bir başka tipi ise Celbedilmiş Toplumsal Söz Yitimidir. (Induced Social Aphasia)

Celbedilmiş söz yitimi, sözlü ve yazılı iletişimde kullanılan terim ve kavramların tanımlarının tam olarak yapılamaması veya kavramların bilinçli olarak makul tanımlamadan muaf tutulmaları nedeniyle ortaya çıkan kavram karışıklığı veya anarşisinin bir ifadesidir. Bu durum özellikle ülkemizde, kavramlar üzerine bina edilen fikir ve savların geçersizleşmesinden, farklı görüşler arasındaki iletişimi imkânsızlaştırmasına kadar birçok hayati sorunun temelini oluşturmaktadır.

Yanda Medya Kavramların İçini Boşaltıyor ve Bu Sayede Safsata Yaratıyor

Yani 'afazi'; kavramların ve sözcüklerin içeriğinin boşaltılması sonucu ortaya çıkan bir "iletişimsizlik ve düşünsel boşluk/kısırlık" durumunu belirtmektedir.










Eski solcu/liberal kökenli yalakalar, nezaketten yoksundurlar. Sıkışınca "terbiyesiz ve seviyesiz" bir üsluba sığınırlar..
Bu duruma hemen bir örnek vermek gerekirse:

Mesela Ahmet-Mehmet Altan kardeşler, veya Emre Aköz, veya Mümtazer Türköne veya Murat Belge veya bu tarzdan kişiler kendilerini "liberal ve demokrat" olarak tanımlayabilmek ve kendileri gibi düşünmeyen insanları "Ergenekoncu, darbeci, faşist" olarak tanımlayabilmek adına; kendilerini ve karşıtlarını tanımlamak için kullandıkları bütün kelimelerin içini boşaltmışlardır.

Demokrasi, liberalizm, faşizm gibi kavramların önce içlerini boşaltmak, sonra da bu kelimeleri tersyüz etmek suretiyle bilinçli bir 'afazi' operasyonu uygulamışlardır. Bu sayede ne demokrat ne de liberal olan ve hem entelektüel hem de toplumsal anlamda basbayağı 'faşist" olan bu güruh, kendilerini 'demokrat ve liberal' ve fakat "akıl ve vicdan sahibi" insanları "faşist" olarak tanımlayabilme cüretini kendilerinde bulabilmektedirler.

AKP adlı özünde faşist partinin de kendine "demokrasi havarisi" bir kisve biçmesi; ve gerçek demokrat ve özgürlükçü insanları "darbeci / Ergenekoncu" vs gibi gerçeklikten uzak sıfatlarla yaftalamaya yeltenmesi, işte sözünü ettiğimiz bu sürecin, yani 'afazi'nin sayesinde olabilmiştir.

Biraz dikkat edecek olursanız farkedeceksiniz ki;

  • Bu kişiler esasen ahlak ve terbiyeden pek nasiplenmemiş olup; sıkıştırıldıklarında çok çabuk terbiyelerini kaybederler

  • Genel olarak çirkin bir fiziksel yapıya sahip olan bu insanların gülümsediklerini pek göremezsiniz. Yüzlerinden uğursuzluk ve melanet akmaktadır

  • İstisnasız bütün bu tiplerin kadınlarla ilişkileri sorunludur. Psikolojik yapıları bozuktur.

  • Bu tipler genel anlamda espri yeteneğinden yoksundurlar. Bu durum, kafa yapılarının 'zeka'dan değil 'kompleks' ve 'hezeyan duygularından' oluştuğunu göstermektedir.

  • Yüzlerinde meymenet yoktur. "Öfke ve nefret" bu tiplerin adeta alamet-i farikasıdır.

  • Faşist ve dinci bir partiye, "faşizme karşı çıkmak" adına destek olacak kadar akıl ve mantıktan yoksun bu tipler, tutarlı bir mantık örgüsü kurmak yerine "zırva, polemik ve yalan"dan medet umarlar.
Bugün maalesef sözcüklerin ve kavramların içeriği boşaltılmış durumda! Ortak bir sosyal ve siyasi dil tutturmakta zorlanıyoruz.

Öteden beri felsefe konusunda zayıf, yazılı kültürle ilişkisi sorunlu ve kısıtlı bir toplumduk. Genel anlamda 'soyutlama' yeteneği Türkiye'de ve Türkçe'de zaten pek gelişkin sayılmaz.

Son 30 - 40 yıldır giderek bozulan eğitim sistemimizi de buna ekleyecek olursak, elde ettiğimiz sonuç içler acısı: Kendi anadilini doğru dürüst konuşup yazmaktan aciz insanların büyük bir ekseriyet oluşturduğu bir halk olduk.

İşte böylesi amansız bir "afazi" ortamında, mugalâta ve retorik yeteneğine sahip olanlar; uydurdukları (veya kendilerine ezberletilen) zırvaları süslü ve yüksek oktavdan seslendirdikleri ölçüde sanki "haklı ve muteber" fikir adamlarıymış gibi algılanıyorlar. Oysa bu bir yanılgı, hem de büyük ve esaslı bir yanılgı.

Sağlıklı ve dengeli bir mantık sistemini temel alarak "Peki ama neden?" veya "Bunun böyle olduğunu nereden biliyoruz?" gibi soruları sorup karşımızdaki safsatacıların mantık(?!) örgüsünü alaşağı etmek aslında çok da zor değil. Yeter ki sağlam ve tutarlı bir bilgi birikiminiz olsun.





facebook'ta paylaş!

İktidar Yalakalarıyla Mücadelede Çok Faydalı Bir Kavram: POSTMODERNİZM

Ortalıkta bir postmodernizm lafıdır gidiyor. Postmodernizm şöyle, yok postmodernizm böyle.. Üşenmedim, sizler için literatürü tarayıp bu konu üzerine bazı bilgiler derledim.

Artık "Modaya uyup nasıl Postmodern olacağım?" diye düşünüp kafayı yemeyeceksiniz. (Lâf aramızda, bu işe harcadığım efor ve zamanı üniversitede tez yazmaya ayırsam, şimdiye kadar akademik kariyerin en kralını yapmış olurdum). Eh, gayret benden, takdir sizden. Okuyalım görelim..

Postmodernizm kavramı İkinci Dünya Savaşı'nın ardından ortaya çıktı.

Savaşın yarattığı korkunç yıkım, Batı dünyasının ahlaki ve etik değerlerini altüst etmişti.

O zamana kadar entellektüel çevrelerde geniş kabul gören dünya görüşü ve anlayış,

(ki buna o zamanlar 'modern düşünce' deniyordu)

geçerliliğini kaybetmeye başladı.

Yani 'daha iyi ve daha güzel bir dünyaya duyulan özlem ve hayaller' artık sona ermişti.

'Toplumsal refah' , 'anlamlı bir hayat' vb. kavramlardan geriye bir avuç hayalkırıklığı kalmıştı.

Freud ve Marx'ın yöntemleriyle insan ve toplumun kavranabileceği, değiştirilebileceği ve geliştirilebileceğine dair inanç da yavaş yavaş ortadan kalktı.

İşte postmodernizm terimi, bir önceki dönemden kopuş anlamında, 'modernizm'in sonrasını, 'ötesini' belirtmektedir.

Postmodernizm aynı zamanda, İkinci Dünya Savaşı ertesinde sanat, edebiyat ve bilimsel etik alanındaki inançların ve iyimserliğin kaybolmasını ifade eden bir düşünce biçimi olarak da tanımlanabilir.

Modernizmin kaybolmuş düşlerinin yerine; postmodernizm yeni bir ütopya koymak amacında değildi. Postmodernizm, yeni bir lisan, yeni kavramlar getirerek, modernist vizyonun gözden kaçırdığı açıları ve ufukları farketmemizi amaçlamaktaydı. Bu yeni dil dinamik bir oyuna benzetilebilir: anlamlar sürekli değişmekte ve gelişmektedir.

Postmodernizmi anlamak demek, aslında bu yeni dili okuyabilmek ve anlamak demekti.

Bu da kolay iş değildi doğrusu.. Birilerinin çıkıp bu yeni dilin yorumunu ve aslında ne anlamlara geldiğini de açıklaması gerekiyordu...

O zaman da ortaya bir sürü laf salatası çıktı: dil oyunu, metaforik yapı, parazitsel lisan, mevcudiyet metafiziği, dialojik düşünce vs..vs.

Tam da bu noktada "Bu da ne demek?" sorusunu sormayı öğrenmemiz gerekiyor. İçimizdeki dinamik bir güç; başkaları bizi aptal veya cahil sanmasın diye bu soruyu sormamızı engellemekte.

Postmodernizmin yumuşak karnı (aynı zamanda postmodernizmi anlamanın anahtarı) işte burası:

"Yani sen ne demek istiyorsun şimdi? Bu da ne demek?" sorularını sorabilmeli ve bu soruya verilecek açık ve inandırıcı bir yanıtın takipçisi olabilmeliyiz.

Sanatsal anlamda ise postmodernizm; filmlerde, televizyonda, gazete karikatürlerinde ve pop müzikte 'kitle kültürünü' üstün kılarak, 'yüksek sanatlara' yaslanan elitizmi tahtından indirme şeklinde kendini gösterir.

Çok cafcaflı bir laf oldu. Biraz açalım: resim,heykel, tiyatro, bale ve klasik müzik gibi anlaması ve tadına varılması belli bir kültür birikimi gerektiren sanatlara 'yüksek sanat' deniyor. Bunlar, adı üstünde 'yüksek' olduğundan bunlara herkes erişemiyor, erişse de çoğu insan bu tür sanattan birşey anlamıyor ya da zevk almıyor.. O zaman ne olacak?

İnsanları düşündürmek ve eğlendirmek için 'kitle kültürü'nü ön plana çekeceksiniz. Bunun sonucunda estetik değerler aşınıyor, sanat metalaşıp 'tüketilebilir' bir kavrama dönüşüyor. Ama ne gam!

Meselâ, oturma odasına yeni aldığı tablosunu överken

"Çok değerli bir eser. On bin dolar saydım ben buna.." diyen görgüsüz yeni zengini küçümsüyor ve hatta ona acıyoruz.

Ama "Hollywood'da bütün zamanların en yüksek bütçeli filmi.. Amerika'da gişe rekorları kırdı.." diye bir filmi 'iyi ve başarılı bir film' diye tanımlayabiliyoruz?

O filmin yapılması için harcanan bütçe ve o filmin kazandığı gelirler, aslında rakkamsal bir takım göstergeden ibaretken, söz konusu filmi 'iyi film' diye değerlendirmemize neden oluyor.

Aynı şekilde, en yüksek rating alan kanal kendini en iyi kanal ilan ettiğinde, nicel kriterler kullanararak, kendine nitel değerler atfetmiş oluyor. Biz de bunu normal karşılıyoruz.

İşte, aldığı resmin sanatsal değerini ona ödediği parayla ölçtüğü için kızdığımız ve hatta acıdığımız adamın yaptığı şeyi; kendimiz de seyrettiğimiz film veya televizyon kanalını nitelerken yapıyoruz ve bundan rahatsızlık duymuyoruz. Bu bize ters ya da yanlış gelmiyor. Neden? Kitle kültürünün , postmodernizm marifetiyle, üstün kılınmasıyla.

Postmodernizm aynı zamanda, sol tandanslı akademik çevrelerin Marxizm'den boşalan yere koydukları birleştirici bir felsefe işlevi de görmektedir. Kimileri bunu "Marxizm postmodernizme dönüştü" diye ifade etmekteler.

Bir felsefe olarak postmodernizm, takipçilerine 'herşeyi' ve 'herkesi' eleştirme (ve hatta aşağılama) hakkı verir. Postmodernist bir akademisyene sorulacak olursa, hiç birşeyin (ahlaken, hukuken, estetik veya bilimsel olarak) 'doğru' olduğu ispatlanamaz. Tabii ki postmodernizmin kendisi bu kuralın istisnasıdır. (Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir' sözünü hatırlayınız)

Özetin özeti: Postmodernizm; kuralsızlığın kural , ilkesizliğin ilke olduğu bir görüş açısı veya yaşam tarzını ifade eder.

Herhangi bir nedenle, sizi ya da yaptığınız işi veya ileri sürdürdüğünüz fikirleri, şu ya da bu nedenle eleştirmeye, kategorize etmeye, yargılamaya kalkarlarsa "Benimki postmodern bir yaklaşım.. Sen bunu nerden bileceksin ki?" dediniz miydi, akan sular durur. Bu çıkışınıza cevap verecek adam zor bulunur.

"Postmodernizm ne işe yarar?" diye soracak olurlarsa, onlara bu cevabı verebilirsiniz.

Evet arkadaşlar, işte postmodernizm dedikleri şey budur.

Bu yazının temiz bir printer çıktısını alın ve cüzdanınıza koyun. Yarın veya öbür gün dostlar meclisinde sohbette veya akademik bir tartışmanın orta yerinde size "Sen postmodernizmin ne olduğunu biliyor musun ha?" diye soracak olurlarsa, çıkar gösterirsiniz.

"Hayır, postmodernizm bu değildir!" diyecek babayiğidin alnını da benim için karışlamayı unutmayın sakın!


Yazar: Derman Gamsız - Mayıs 2002




facebook'ta paylaş!

Yandaş Medyanın Zararlı Etkilerine Karşı: Medya Okur-yazarlığınızı Geliştirin!

Medya, kitlelerin düşünce yapılarına müdahale edebiliyor...
Bu yüzden ona kızıyoruz ama onsuz da olamıyoruz.




Tony Buzan (d.1942) beyin ve öğrenme teknikleri üzerinde önde gelen otoritelerden biri olarak 'Mind Maps' (Zihin haritaları) ve 'Mental Literacy' (Zihinsel okur-yazarlık) gibi kavramların yaratıcısıdır.



Zihin, medya, doğru iletişim vs. gibi konular Batı dünyasında 30 yıla yakın süredir gündemde.



Orijinali 1984 yılında basılan kitabın Türkçesi ancak 1995'te çıkabilmişti.

İnsanlara 'neyi bilmeleri gerektiğini' söyleyerek, kendileri dışındaki olayları ve olguları 'nasıl algılamaları gerektiğini' empoze etmek mümkündür.

Kitlesel iletişim araçları (medya) üzerinde inisiyatif ve kontrol sahibi olunarak; gerçekte hiç var olmamış olguları veya hiç cereyan etmemiş olaylar 'tartışılmaz ve somut gerçekler' olarak lanse etmek; ve gene aynı şekilde, son derece somut ve gerçek olayları 'hayal ürünü ve safsata' olarak göstermek de mümkün olabilmektedir.

Aklıbaşında herkes bu gerçeğin çok uzun bir süredir farkında. Bu konuda yapılmış çok sayıda akademik çalışma ve popüler bilgi kaynağını Internet üzerinde kısa bir araştırmayla hemen bulabilirsiniz.

İlkesel açıdan hemen hepimiz aynı fikirdeyiz: İnsanların 'doğru bilgilendirilmesi' gerektiğini söylüyor ve 'kitlesel manipülasyonların' ahlaksız ve tehlikeli girişimler olduğunu iddia ediyoruz. İnsanların böyle bir dezenformasyon tehlikesinden korunması gerektiği konusunda fikirler ileri sürüyoruz.

Ama şurası bir gerçek ki aşağıdaki düşünceler hemen hepimizin aklından geçiyor:

  • Aslında biz haklıyız, diğerleri haksız

  • Çünkü bizim gibi düşünmeyen insanlar ya cahil ya da kötü niyetli

  • Bizim gibi 'doğru' düşünenlerse azınlıkta kalmış durumda

  • Yanlış ve haksız görüşlere sahip diğer insanların 'tehlikeli şekilde' çoğunluk oluşturmuşlar
  • Biz, medyadan kaynaklanan manipülasyonlara karşı uyanık ve dikkatliyiz

  • Ama diğer yandan, yanlış şekilde bilgilendirildikleri için yanlış ve haksız görüşlere sahip diğer insanların aslında 'doğru şekilde yönlendirilebilirlerse' herşeyin daha güzel ve olumlu olacak...

Bu yukarıdaki düşüncelere sahip olan insanlar, aslında ilkesel olarak medyanın tarafsız olması gerektiğini söyleseler de, kendi amaç ve görüşlerine uygun fikirlerin medya üzerinden kitlelere empoze edilmesine aslında olumlu yaklaşıyorlar.

AKLINI EN İYİ ŞEKİLDE KULLAN

Tony Buzan'ın orijinal ilk basımı 1984'te yapılan Make the Most of Your Mind adlı kitabının Türkçe olarak Aklını En İyi Şekilde Kullan adıyla ilk olarak 1995'te basılmış versiyonunda bazı ilginç saptamalar var.


Tony Buzan'ın okurlarına zihin geliştirme egzersizleri önerdiği bu kitabın Mantık ve İrdeleme başlığı taşıyan dokuzuncu ve son bölümü tamamen 'medya yoluyla iletilen mesajları doğru okuma ve anlama' yeteneğinin geliştirilmesi konusuna ayrılmış.


Şöyle diyor Tony Buzan: "İletişimin giderek önem kazandığı ve gün be gün siyasi liderlerimizin, televizyon ve radyomuzun, gazete ve dergilerimizin, idari ve bilimsel danışmanlarımızın 'sözlerinin ardındaki' gerçeğe ulaşmamız gereken bir dünyada, hepimizin mantıksal irdeleme kapasitemizi geliştirmesi gerekmektedir.

Propaganda ve ikna teknikleri ustalaştıkça, sapı samandan ayıracak zihinsel donanım da ustalaşmıştır..."


Şimdilerde Medya Okur-Yazarlığı dersini ilköğretim okullarımızın müfredatına sokmayı başardık. Fakat bu dersi işleyecek öğretmenlerin donanım ve yöntemleri konusunda kuşku duymaya devam ediyoruz.

Okur yorumlarına baktığımızda anlıyoruz ki gidecek daha çok yolumuz var!..





facebook'ta paylaş!

İktidar Yalakaları ve Yandaş Medyanın Sesi Niçin Bu Kadar Çok Çıkıyor?

Kabul etmesi acı, ama bu durum gerçektir:
Kötülüğün (yani karanlık tarafın) gücü her zaman fazladır. Kötülerin sesi her zaman 'daha yüksekten' çıkar.

Yıllardır iktidarda olmalarına rağmen; kendileri gibi düşünmeyen, aydın ve namuslu insanlara karşı bu kadar küstah, bu kadar terbiyesiz, bu kadar cahilane ve bu kadar öfkeyle saldırabilmelerinin; ve bütün bunların üstüne, sanki zulme uğrayan onlarmış gibi "zavallı ve masum" pozlar takınacak kadar tıynetsiz olmaları, bu kişilerin ne kadar "kötü" insanlar olduğunu göstermeye yeter.

  • Göthe'ye göre bunlar ruhunu şeytana satmış Dr. Faust'turlar.

  • Robert Louis Stevenson'ın kitabında anlatılan Mr. Hyde olmuşlardır onlar

  • Star Wars terminolojisiyle konuşacak olursak, bu tipler "gücün karanlık tarafına geçmiş" kişilerdir

  • İslami terminolojisiyle bu insanların tarif edilmesi gerekse, "Vay, o namaz kılanların haline ki onlar kıldıkları namazdan gafildirler."

  • Batı dünyasının siyasi literatürüyle ifade edecek olursak, bunlar düpedüz "faşist"tirler.

Hitler ve NAZI partisinin RTE ve AKP'ye benzerliği

Türkiye'deki aydın ve namuslu insanların terminolojisinde ise onlara "iktidar yalakası", "yandaş medya" veya kısaca "a-ke-pe'liler" diyoruz.

Bu güruhun "cahilane" bir üslup ve "ilkel tavırlar" benimsemiş olması sizi kandırmasın.

Bunlar cemaat ve biat kültüründen geldikleri için, kendi adlarına düşünemez ve sorgulayamazlar. Liderlerinin, abilerinin, şeyhlerinin veya hocalarının onlara işaret ettiği bir takım "söylemler" çerçevesinde "topluca" (yani tıpkı bir hayvan sürüsü gibi) hareket ederler. Güçlerini de bu "sürü psikolojisi"nden alırlar.

İşte bu nedenden ötürdür ki, onları "doğru sözler söyleyerek" veya "nazik ve mantıklı" bir söylem tutturarak ikna edebileceğinizi düşünmeyin!

Yani bu yaratıkları sanki "kendi kendilerine düşünme ve muhakeme edebilme yetenekleri olan ve bağımsız kişilik sahibi kişilermiş gibi ele alıp tartışmaya girmenin bir anlamı ve faydası yoktur.


NERDEN ÇIKTI BU ADAMLAR? NEDİR BUNLARIN VARLIK SEBEBİ?

Bu konuda pek çok kitap yazıldı. Sayısız inceleme ve araştırma yapıldı. Bunların çoğunu muhtemelen siz de okudunuz, kendinizce bir muhakeme yaptınız.

Maalesef Atatürk'ün kurduğu "Aydınlanmacı" Cumhuriyet rejimi kesintiye uğramış durumda...
Tarihin daha önceki evrelerinde de, insanlığın "rasyonel ve hümanist" düşünce yapısını reddederek irrasyonel, baskıcı, gerici ve zalim rejimlere geri döndüğü görülmüştür.

İnsanlık tarihi, sürekli ilerleyen ve insanlığın gelişimine paralel seyreden doğrusal bir süreç değil. Aydınlığa doğru ilerleyen dünya, zaman zaman karanlıklara gömülüyor.

Sümer uygarlığının yıkılması, Roma İmparatorluğu'nun yıkılmasının ardından gelen Ortaçağ karanlığı, Avrupa'da 1920'li yılların iyimser ve demokrat Batı uygarlığının yerini 1930'lu yılların faşizmine bırakması... vs. buna örnek gösterilebilir.

İnsanlık daha önce de "korkuların ve boş inançların" tutsaklığı altına girmeyi gönüllü olarak kabullenmişti.

Adına a-ke-pe denen partiye oy veren kitlenin psikolojisi de, mücadele etmekten korktuğu ve yorulduğu için boynunu kasabın bıçağına uzatan koyun psikolojisine benziyor... tarihte çokça örneği görüldüğü gibi...

Bu açıdan bakıldığında, 2000'li yılların başlangıcı itibarıyla Türkiye'nin tekrardan "karanlık, boğucu ve korkutucu" bir evreye giriyor oluşu, "aydınlık bir Türkiye idealine inanmış namuslu insanlar" olarak bizi üzüyor ve umudumuzu kırıyor. Ama "insanlığın daha aydınlık bir şafağa uyanmadan önce her zamankinden daha karanlık bir gece yaşaması gerektiği"ni kabul etmemiz gerek belki de...





facebook'ta paylaş!

a-ke-pe tahakkümü altındaki Türkiye'de Akıl ve Vicdan Sahibi İyi İnsanlara Düşen Nedir?


a-ke-pe tahakkümü altındaki Türkiye, hızla batmakta olan bir gemiye benziyor...

1997 tarihli TITANIC filminde de yönetmen James Cameron bu sahneyi gösterdi:
14 Nisan 1912'yi 15 Nisan'a bağlayan geceyarısından hemen sonra müzisyen Wallace Hartley ve orkestranın geri kalanı uyandıklarında Titanic'in buzdağına çarpmış ve Kuzey Atlantik'in buzlu sularına hızla gömüldüğünü gördüler.

Hartley (yukarıdaki orkestra resminde ortada yer alan figür) müzisyenlerini bir araya topladı. Bir kaç dakika içinde bu adamlar kararlarını vermişlerdi. Bu sekiz vakur ve onurlu insanın adları, orkestra şefi Wallace Hartley'den başka Theodore Brailey, Roger Bricoux, John Clarke, Jock Hume, Georges Krins, Percy Taylor ve John Woodward.

John Woodward'ın günümüze kalan bir resmi ne yazık ki yok. Ancak bu sekiz cesur ve vakur insandan yedi tanesinin resimlerini yukarıda görebilirsiniz.

Bu sekiz adam, bir araya gelip karar verdikten hemen sonra kamaralarına gidip enstrümanlarını aldılar ve güverteye geri geldiler. Batmakta olan Titanic'te son bir canlı konser vereceklerdi.

O kazadan kurtulmayı başaran görgü tanıklarının ifadelerine göre, müzisyenler son dakikaya kadar çalmaya devam etmişlerdir.

"Gemi batarken hala çalmaya devam eden orkestra" fikri ilk bakışta saçma, hatta aptalca gelebilir. Oysa hiç öyle değil! O insanlar, bu dünyadan ayrılırken bile "en iyi bildikleri şeyi yapmayı ve bu sayede kendilerine saygılarını en son ana kadar korumayı" seçmişlerdi.

Bu sayede kendilerini ve etraflarındaki insanları panikten ve ölüm korkusundan uzak tutmaya çalıştılar. Ve büyük bir ihtimalle de son nefeslerini verirlerken artık korkularından eser kalmamıştı.

Yazar Alev Alatlı'nın "Schrödinger'in Kedisi" 2. Kitap "Rüya" adlı eserinde dediği gibi:

"Yeryüzünden silinmemiz gerekiyorsa silinelim ama haysiyetimizi koruyarak, zarafetle ve yitirmeden mizah duygumuzu külliyen..."

Ahlak, vicdan ve akıl sahibi biz iyi insanların hayatlarını cehenneme çevirmeye ahdetmiş bu cemaatçi, ümmetçi, a-ke-pe'li güruhun ve onlara arka çıkmayı marifet sanan yandaş ve liboş yalakaların bütün melanet ve hıyanet çabalarına karşı bizim öncelikle yapmamız gereken şey işte budur:

Nezaketimizi, ahlakımızı ve bilhassa mizah duygumuzu asla elden bırakmayacağız!

Karşımızdaki bu cemaatçi, ümmetçi, a-ke-pe'li güruhun ve onlara arka çıkmayı marifet sanan yandaş ve liboş yalakaların; cebren ve hileyle elde ettikleri bütün mali, siyasi ve toplumsal güce ve toplumun geri kalanı üzerinde uygulamakta oldukları bütün baskılara rağmen; konuşur ve yazarken hala ne büyük bir öfkeye kapıldıklarını, ağızlarından tükürükler saçarak nasıl da küfürler ve hakaretler ettiklerini ve hatta sanki bu kötülükleri yapan onlar değilmiş gibi hala "haksızlığa uğramış masum insan" pozları takındıklarına değinmiştik.

Teorik temeli, Hitler'in propaganda bakanı Göbbels'e kadar uzanan bir psikolojik savaş taktiğidir bu!

Gerçekten haklı insanların, gerçekten masum insanların, gerçekten "namuslu ve vicdan sahibi" insanların asla başvurmayacağı ahlaksız ve alçakça bir taktik...

Böyle alçakça bir psikolojik saldırıya maruz kaldığımızda başvurulacak en etkili yol, "mizah duygumuzu" kullanarak "bu adamları ciddiye almadığımızı" göstermek olmalı...

Karşımızdaki bu güruh, entellektüel ve ahlaki manada hiç bir tutarlılıkları olmadığını, sağlam bir bilgi birikimine sahip olmadıklarını içten içe biliyorlar.

Çoğu kere zaptedemedikleri ve öfke patlamaları şeklinde dışa vurdukları 'aşağılık komplekslerinin' ardında yatan budur.

"Ciddiye alınmak" ve "adam yerine konulmak" için dayanılmaz bir açlık içindedirler.

İşte tam da bu yüzden kendilerine saygıları ve güvenleri yoktur.

Doğru dürüst Türkçe bile konuşamayan, Lise 1'de olsalar mantık ve matematik dersinden geçemeyecek kadar mantıktan ve izandan yoksun bu tiplerin, yalaka medya organlarında bu konumlara gelebilmeleri ancak "Başların ayak, ayakların baş olabildiği" bir Türkiye'de mümkün olabilmiştir.

O halde, yandaş ve liboşlara karşı takınılacak en doğru tavır, onları ciddiye almamak, onların söyledikleri herşeyin "değersiz ve anlamsız" olduğunu bilerek hareket etmek olacaktır.




facebook'ta paylaş!

İslamcılar Niçin Sanatsal ve Entellektüel Anlamda Hep Geri Kalmaya Mahkûm?


Milliyet gazetesi yazarı Kadri Gürsel'in 4 Ocak 2010 tarihli yazısından bir bölümü dikkatinize sunuyoruz. Yazar, zap yaparken rastgeldiği İslamcı bir televizyon kanalında şahit olduğu "İslamcılar arası" bir dialogdan bahsederek yazısına başlıyor:

"Ticarette ve siyasette bir yere geldik ("Biz" diye kastettiği, İslami kesim) ama kültür sahasında gerideyiz. O saha hâlâ solcuların elinde..."

Böyle bir samimi sohbet işte... Arkadaşlar, "solcuların elindeki" merkezi kültür alanına karşı, çevreden bir fetih arzusu içindeler... Düşman bellediklerinin bir kalesini daha düşürmek için...

Aman dikkat edin! Kültür işlerine bu kafayla dalarsanız Hülagû'nun Moğollarından bir farkınız kalmaz... Kültür alanı; cemaat, örgüt, ticaret, para ve seçmen gücünü çekip çevirirken kullandığınız her zamanki stratejik aklınızla, içine girdikten sonra oradakileri kovup var olabileceğiniz bir alan değildir.

Bugüne kadar bu gerçeği idrak etmiş olmanız gerekirdi...

Kültür sahasında bir varlık ortaya koyabilmeniz, sizin, siz olmaktan çıkmanıza bağlı.

Bugünkü cemaat ve siyaset kültürünüzle yapamadınız, böyle giderseniz bundan sonra da yapamayacaksınız...

Kısacası, cemaatlerinizden kurtulup, biat ve icazet kültüründen kendinizi azat ederek özgür bireylere dönüşmediğiniz sürece kültür ve sanat alanında yaratıcı olmanız mümkün değildir. Bu asgari dönüşümü sağladıktan sonradır ki, durumlara, nesnelere ve hayata eleştirel bir gözle bakmaya başlayabilir, özgün estetik duygunuzu vücuda getirebilirsiniz.

Bundan sonra, bireysel manadaki dinselliğinizin, yaratıcılığınızla çatışmasını kendi içinizde, kendi başınıza yaşayarak belki bir yere varabilirsiniz.

....

Yedi yıldır iktidarda olmanıza rağmen medya işini de kıvıramamış olmanız ile sanatlardaki namevcudiyetinizin kök nedeni aynıdır: Makûs kültürel/siyasi genetiğiniz!

TV kanallarının önemli bir kısmını, tirajın yarısını ele geçirdiniz; internet siteleriniz mantar gibi...

Bunlar aslında iktidar payandasıyla ayakta duran iskambilden şatolarınız... Hepsinde her Allah'ın günü tek ses ve aynı nakarat var.

Bülten gibi çıkan gazetelerinizin satışları devlet alımları ve cemaat hormonuyla şişirilmiş olsa da... Bayi satışlarınızın toplamı bir gazete etmiyor.

TV kanallarınız reytingde nal topluyor.

Çünkü ne iktidarı eleştirebiliyorsunuz ne de vicdanınız hür.

....

Laik medyadan türlü biçimde devşirdiğiniz profesyonel televizyoncular, gazeteciler ve yazarların cüzi katkısını çıkarınca ne kalıyor geriye?

Şu kalıyor: Bulundukları yere liyakatleri sayesinde değil, hangi kudretli kişinin referans verdiğine, ne kadar biat ettiğine ve kıdemine göre gelmiş bir "aparatçik gazeteci ve yazarlar" ordusu... Bunların tepesinde de üst düzeyden aldığı günlük talimatları uygulamaya memur, birkaç "medya şeyhi"...

Son söz: Bu deli gömleğini bütün topluma giydirme sevdasından vazgeçin.

Bu ülkede ... bilinçli okur kesimini hedef alan yeni atılımlar hep olacaktır. Susturmaya paranız yetmez!




facebook'ta paylaş!

Yandaş ve Yalakalarla Konuşurken Hiç Tartışmayın, Sadece Soru Sorun


Vatan gazetesi yazarı Can Ataklı'nın 7 Ocak 2010 tarihli yazısından bir bölümü dikkatinize sunuyoruz.
Demokrasinin, hukukun ne olduğunu (bu adamlara) anlatmaktan yoruluyoruz artık. Çünkü demokrasiyle ve hukuk düzeniyle uzaktan yakından ilgisi olmayanların sesi o kadar çok çıkıyor, o kadar saldırgan tavırdalar ki, siz ne söyleseniz nafile.

Ancak bu demokrasi havarilerine(?!) "soru sorduğunuz" zaman durum değişiyor. Çünkü tartışmak yerine soru sorduğunuzda cevap alamıyorsunuz.




Örneğin, bu demokrasi havarilerinden biri Özel Harp'te yapılan aramanın demokrasi adına büyük adım olduğunu söylüyordu.

"Neden aranıyor, hangi suç ya da suçlu izleniyor?" diye sordum. Hiç cevap yok. Buna karşılık "Olsun, şeffaflaşıyoruz ya" savunması yaptı.

Bir Anadolu kentindeki panelde konuşmacıydım. Kentin "zenginleşmiş" ileri gelenlerinden biriyle sohbet ediyoruz. Açıklamıyor ama bütün söyledikleri iktidar politikalarıyla örtüşüyor. Bir ara "En önemlisi demokrasi, Anayasa'nın da buna göre değişmesi gerek" dedi.

Ben de "Çok haklısınız, örneğin hangi maddeleri öncelikle değiştirmek gerek, bu Anayasa'nın sıkıntı veren maddeleri neler?" diye sordum.

Kızardı, bozardı, şaşırdı.

Çünkü propagandayı tekrarlıyor, hiç merak etmemiş ki...

Yine böyle bir sohbette "Kürtlerle eşit haklarımız olmalı" dedi biri.

Sordum "Hangi konularda eşit değiliz" diye.

Konuşan yine kızarıp bozardı.

Bir başkasında "darbe olamayacağını" anlatıyorum. Biri "Nasıl öyle söylersiniz law silahları çıkıyor topraktan" dedi.

Sordum tabii "Siz bugüne kadar herhangi bir olayda law silahı kullanıldığını duydunuz mu?"

Kalakaldı, çünkü belli ki law silahı nedir bilmiyor bile.

Örneğin adam söze "367 rezaletini yaşamış bir ülkeyiz" diye giriyor. "Nedir bu rezalet?" diye soruyorum. "Gül'ü seçtirmediler ya" cevabını veriyor. "Peki rezalet diyorsun ama o Anayasa maddesini hiç okudun mu?" sorusu karşısında ise ne yapacağını bilemiyor.

Sonuç olarak, demokrasiye ve hukuk düzenine gerçekten inananlar, ortalıktaki demokrasi havarileriyle tartışmak yerine soru sorsunlar. O zaman foya ortaya çıkıyor.





facebook'ta paylaş!

Bir Yandaş İle Baş Etmenin Yolları

İslamcı kökenden gelip modern hayata dönüş yapan gazeteci Ahmet Hakan Coşkun, çocukluk ve gençliğini İslamcı/Cemaatçi kesimler içinde geçirdi.

İslamcı/Yandaş medyanın içyüzünü en iyi bilen kişilerden biri olduğu için İslamcılar O'ndan nefret ediyorlar.

İslamcı/yandaş medyanın kodlarını iyi çözmüş biri olan Ahmet Hakan'ın 15 Ocak 2010 tarihli Hürriyet gazetesinde yazdığı yazısından bir bölümü bir bölümü dikkatinize sunuyoruz.


* O sana "askeri vesayet" diyorsa sen ona "sivil vesayet" de... O sana "askeri darbe" diyorsa sen ona "sivil darbe" de... Yenemezsen de karşındakinin sinirini bayağı bir hoplatmış olursun...

* Diyelim ki yandaş sana "asker düşkünü" ya da "asker goygoycusu" diyor... Hiç düşünmeden asker hakkında en ağır lafları söyle... Hemen ardından da "Bak, ben asker hakkında ağır konuştum, hadi sen de Tayyip Erdoğan hakkında birazcık ağır konuşsana" de... Gerilemesi kaçınılmaz olacaktır.

* O sana askerden söz ediyorsa, sen de ona polisten söz et...

* Diyelim ki yandaş sana hükümetin demokrasi ve özgürlükler alanında attığı adımları ballandırarak anlatıyor... Hepsini sakince dinle... Sözü bittiğinde ise sessizce "Peki ya tahammülden ne haber birader?" de ve sessizce kaç...

* O sana Ahmet Altan diyorsa sen ona Kadri Gürsel de... O sana Ali Bayramoğlu diyorsa sen ona Nuray Mert de... O sana Ekrem Dumanlı diyorsa sen ona Haluk Şahin de... O sana Mümtazer Türköne diyorsa sen ona Hikmet Çetinkaya de... Açıkça yenemesen de biraz dengeyi sağlamış olursun...

* Diyelim ki yandaş sinirlendi ve seni tehdit etmeye başladı... Bu durumda yapılabilecek tek şeyi yap: "Seni Tayyip Erdoğan'a şikâyet ederim ha..." de. Duracaktır...

* Yandaş sana "Bardağın yarısı dolu" diyorsa, sen de ona "Ama yarısı boş" de...

* Diyelim ki yandaş seni argümanlarıyla toz duman etmeye başladı... Sağdan vuruyor, soldan vuruyor ve sen bir şey yapamıyorsun... İşte tam bu sırada "vergi cezası" de... Kısmi kurtuluşunu sağlamış olursun...





facebook'ta paylaş!

İslamcı Medya = Beyinsel Tahribat


Zaman zaman yandaş Internet portallarında yazıları yayınlanan Feride Kahler; etik ve estetik değerlere verdiği önemle biliniyor. Geçtiğimiz yıllarda Samanyolu televizyonunun 'araklamacılık' yaparak yabancı dizileri kendine maletmesi üzerine kaleme aldığı inceleme yazısında, yandaş medyanın taklitçi/yalancı/safsatacı özellikleri gözler önüne seriliyor.

Türk televizyoncularının ve sinemacılarının araklamacılık kaabiliyetleri dillere destandır. Bu uğurda dünyaya rezil olunmuştur, arsızlık rekorları kırılmıştır.

Yeni bir şey değil. Ben de bu türden arakçılıkların kimbilir kaç tanesini yazıp açıkladım bugüne kadar... Hala da yazıp duruyorum.

Bugün ulaştığımız noktanın tarihsel anlamda önemi var:

İslamcı medya da Amerikan TV dizilerinden araklamacılık yapmaya başladı.

Basına en son yansıdığı kadarıyla;

My Name is Earl adlı Amerikan dizisinin bire bir kopyasını yapıp İslami bir tonlama içersinde Hakkını Helal Et adıyla yayınlamaya başlamışlar.

Doğrudur, İslamcı sinema ekolü ta Minyeli Abdullah filminden başlayıp The İmam filmine kadar türlü şekilde 'komiklikler' sergiledi.

Doğrudur, kendi televizyon kanallarında her türlü abuklukta programlar yaparak safsatalar da yaydılar. Hala da yayıyorlar. Sırlar kapısıymış, mucizeler penceresiymiş falan derken bu programlardan etkilenip intihar eden çocuklar da oldu. Kimbilir daha kaç saf vatandaşın psikolojisini bozdular, ruh hastası ettiler.

Doğrudur, çocuk programı yapmak adına İslamcı medyanın ortaya koyduğu bönlükler pedagoglara ve eğitimcilere zaten saç-baş yolduruyor.

Doğrudur, İslamcı kadrolar Türkiye'de iktidara geleli beri dünya edebiyat klasikleri bile çarpıtılıp bozuluyor. Pinokyo'dan Heidi'ye kadar pek çok hikaye ve masal kahramanı İslamcılar tarafından hidayete erdirildi.

İslamcıların Türkiye'de iktidara geçmesinden sonra olup bitenleri bundan 25-30 yıl sonra Persepolis gibi bir filmde anlatırlar artık. Küçük bir kız çocuğunun gözünden bu süreci izleyecek olanlar şu mesajı o filmde alırlar:

"Önce çocuk kitaplarını kirlettiler. Dünya klasiklerini bile kendi siyasi emelleri doğrultusunda utanmazca tahrif ettiler. İslamcı televizyonlardaki yetişkinlere yönelik programlar ise ya beyin yıkamaya yönelik safsatalar yayıyor ya da düpedüz hırsızlık ürünüydü..."

25-30 yıl sonra böyle bir film çekmek isteyenler için yeterince materyel şimdiden ortalığa dökülmüş durumda.

Türkiye'nin aklı ve vicdanı, yandaş ve İslamcı medya tarafından iğdiş edilmektedir.

İslamcı medya bu amaç doğrultusunda çok gayretli ve aktif şekilde faaliyet gösteriyor. Yaşadığımız dönemin özü, özeti budur.

Hakkını Helal Et adlı araklamacı diziye gelince...

Bu dizinin yapımcılarına soralım bakalım: Peki siz şimdi My Name is Earl dizisinin yapımcılarına gidip "Kusura bakmayın, biz bir hırsızlık yaptık. Hakkınızı helal edin..." diyecek misiniz?





facebook'ta paylaş!

İzleyiciler